Yaklaşık 14 senedir moda sektörünün içindeyim ve birçok arkadaşım da moda sektöründe çalışıyor. Fransa, İtalya ve Türkiye’de çalışan onca eski iş arkadaşım ve dostumla sık sık bir araya geliyoruz. Yemek masalarımızın konusu çoğu zaman şu: “Moda sektöründe çalışmaktan çok sıkıldım”.
Neden? Hepimiz bu sektörde iyi şirketlere girmek, yükselmek, kendi işimizi kurmak ve başarmak için çok çabaladık ve çabalıyoruz. Peki neden bir arkadaşımın dediği gibi “Bilseydim hiç bulaşmazdım” ruh haline geldik.
Herkesin aynı şekilde hissetmediğini biliyorum ama böyle hissedenlerin çok olduğunu da biliyorum. O nedenle kendimce modayı değersiz kılan ve bizleri de işimizden soğutan ana akım sorunları yazmak istedim.
Herkes Modacı:
Dünyada ve Türkiye’de bu durumu görmeye alışığız. Film yıldızlarından tutun da şarkıcılara, ünlü modellere, zengin ailelere, bloggerlara, herkes bir moda markası kurma derdinde. Moda markası kurmasalar da mağaza açabilir ya da danışmanlık yapabilirler. Neden mi? Çünkü moda sektöründe herşey çok kolay ne de olsa moda havada, suda, rüyalarda, kitaplarda….bla bla…
Moda tarihinin, hatta terziliğin başlangıcından beri kopyacılık var. Tasarımların kopyalanmasını engellemek için Madelene Vionnet varak kesimi, Worth kendi ismi yazılı etiketi, Louis Vuitton tam üç farklı desenden sonra ünlü logosunu icat etti. Özellikle Türkiye’de, özgün tasarımı özgün olmayan tasarımdan ayırt etme yeteneğimiz henüz gelişmedi. “Bu koleksiyonda herşeye ayrı bayıldım” sözünün ötesine giden yorumları yapabilen çok az kişi var. Bu nedenle özgün olmasa da alkışlanan tasarımlar ve tasarımcılar, özgün işleri gölgeleyebiliyor.
Bu koleksiyonla tam hayalimdeki gardırobu yarattım
Tasarımcılar hayallerindeki gardırobu yaratmazlar. Onlar öngören, ilham kaynaklarından sokaktaki insanı etkileyecek fikirleri bulup çıkaran, bir mesajı olan, hayatımız ve yaşamşekillerimiz üzerine düşünen ve bunu giysilere aktarabilen kişilerdir. İyi bir tasarımcı kendi zevki ile hedef kitlesinin beklentileri arasındaki dengeyi kurar. Tasarımın değersizleşmesi hem moda müşterisini hem de moda çalışanlarının motivasyonunu yavaş yavaş yokediyor.
Moda markalarının ünlülerle işbirliği içinde yarattığı koleksiyonlar pazarlama açısından etkili oluyor. Bu çok uzun zamandır üzerinden ekmek yenilen bir taktik. Aslında o kişinin kocaman bir tasarım ekibinin desteğiyle, markanın üretim gücünü kullanarak bu koleksiyonu çıkardığını unutmayalım. Tasarımcı olmakla fikir veren kişi olmak arasında ince bir çizgi var. Tasarımcı olmak için yıllarını çizim yaparak, sabahlara kadar çalışarak, yarışmalara katılarak, yenilgilerden yılmayarak geçiren kişiler genelde arka planda kalıyor. Moda tasarımını, marka kurmayı, tasarımcılığı kopyala yapıştır mantığına indirgeyen herkes bu sektörde eğitime ve emeğe verilen değeri düşürüyor. Moda eğitimi hala ailelerin “ama önce ekonomi okusaydın” diye değerlendirdiği bir eğitim olarak görülüyor. Moda tasarımcılığı, satın almacılık, iletişim, üretim, ürün yönetimi gibi bizim de sitemizde sıklıkla yer verdiğimiz meslekler var. Bunlar adı üzerinde meslektir. Herkesin yapabileceğini kim söyledi? Söyleyenlere inanmayın.
Ucuz fiyatlar hızlı tüketim:
Kahve fiyatına bir giysi almayı kim istemez ki? Değil mi? Modanın ulaştığı noktada bir ürünü maliyetine satmak bile zorlaştı. Sürekli ucuz ürün isteyen müşterileri mutlu etmek ve rakiplerine fark atmak için markalar bir taraftan adetlerini hızla artırıp en ücra ülkelerde, en ucuz maaşlar ödenen işçilere koleksiyonları ürettirirken, bir taraftan da vicdanlarını temizlemek için sürdürülebilir koleksiyonlar yaratıyorlar. Kirlettiğin suyu temizlemeye çalışmak da bir yol. Ama bizler suyun kirlenmemesi için çabalamalıyız.
Ucuz fiyatlar ve hızlı tüketim hızlı çalışma gerektiriyor. Son yıllarda Raf Simons gibi birçok tasarımcı örneğinde gördüğümüz üzere, hız yaratıcılığı zorluyor. Bizler yaratıcı mıyız? yoksa zamana karşı koşan yarış atları mıyız? artık pek belli değil.
Çıkan koleksiyonlar birbirine benzedikçe köreltilen yaratıcılığın ve bizlere kabul ettirilen zamansızlığın, tutkuyla bağlı olduğumuz işimizden bizi ne kadar uzaklaştırdığını farketmiyor olamayız. Hayır nostaljik olmayı çok sevsem de burada bahsettiğim şey nostalji değil. Herşeyi elle dikelim demiyorum elbet. Ama online alışveriş sitelerine girdiğimde ucuz kopyalar, ya da birbirinin aynısı ürünler görmek istemiyorum artık. Ünlü trend analisti Li Edelkoort’un dediği gibi “Moda artık çok demode” ve bizler heyecan aramaktan yorulmaya başladık.
Eğitimin ticarileştirilmesi:
Moda eğitimi ve moda okulları tüm dünyada ticarileşmekle suçlanıyorlar. Eğitimdeki sorunlar tüm panellerde tartışılıyor. Öncelikli eleştiri, aslında iş potansiyeli olmayan ya da çok az olan alanlar için öğrenci yetiştirmeleri, iş potansiyeli olan alanların ise öğrencilere çekici gelmemesi nedeniyle gölgede bırakılması. Bu nedenledir ki Valentino gibi bir marka kendi terzi ve modelistlerini yetiştirmeye başladı. Birçok okul öğrencilerine güle güle dedikten sonra kariyerlerinde ne olduğu ile ilgilenmiyor. Sektörün nabzını tutan ve sektöre yetenek akışı sağlayan kurumlar olması gereken moda okulları, çoğu zaman bu amaca ulaşamıyor. Moda eğitimi sektörden bağımsız düşünülemez. Moda eğitiminde hem daha dürüst hem de daha işbirlikçi (sektör-okul işbirliği) bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Değer kriteri olarak takipçi sayısı:
Sosyal medyayı seviyorum. Önemini biliyorum ve sektördeki etkisini yadsımıyor tam tersi önemsiyorum. Fakat sosyal medyada takipçi sayısının bir performans kriteri olarak görülmesi modayı değersizleştiriyor. Sadece yüksek takipçi sayısı olduğu için aynı kişiyle çalışan onlarca marka, aynı anda 20 kişiye gönderilen hediyeler, sonra bu hediyelerin ikinci el alışveriş uygulamalarında satılmaya başlanması…sizce de biraz fazla değil mi?
Son günlerde Chiara Ferragni’nin bir düğünün sonunda üzerindeki su yeşili gece elbisesini paramparça ettirmesi çok tartışıldı. Bizler neden bir elbisenin paramparça edilmesinden mutlu oluyoruz?
Marka & influencer işbirlikleri çok güçlü iletişim yöntemleri. Özellikle markanın ruhu, influencerın kişiliği ve takipçilerinin profili ile örtüşüyorsa gerçekten çok etkili sonuçlar almak ve marka algısını güçlendirmek mümkün. Fakat günümüzde influencerların reklama yaklaşımı tartışma konusu. Doğal olmayan paylaşımlar, “Bu sabah çok üzgün kalkmıştım ama bu çay sayesinde dünyanın en mutlu insanı benim. Sen de benim kadar mutlu olabilirsin”, influencer kavramının çıkışına ihanet etmek değil mi?
Bloglar aslında hep aynı tarz, görüntü ve fikirleri dayatan geleneksel medyaya başkaldırı olarak doğdu. Kişisel seçimleri yansıtmak ve bundan ödün vermemek o dönemin en büyük trendiydi. Nitekim, o günden bugüne hala öncü olan birçok isim aynı felsefede devam ediyor. Bu kişiler işbirliği yaptıkları markalar ile kendi seçimleri arasına net bir çizgi çizebiliyor. Markalar ve influencerlar hem markalarını, hem ürünlerini, hem de modayı değersizleştirmemek adına yaratıcılıklarını biraz daha zorlasalar? Hiç fena olmaz. Ayrıca daha az takipçi daha etkisiz olmak demek değil. Farklı işbirlikleri ile daha odaklı ve verimli işler çıkabilir.
Bir kendini tanımlama yöntemi olarak moda:
Son zamanlarda okumaya başladığım “Moda praksisi*” isimli kitapta modanın çoksesli bir toplumsal birliktelik şekli olduğu fikri öne sürülüyor. Bu fikir günümüzde moda endüstrisinin öne çıkardığı elitist ve dışlayıcı yaklaşımla birebir zıt. Kitaba göre, giyinen kimse kendini görünür kılandır. Herkesin aynı giysileri giydiği ortamlarda, hapishane gibi, giyim özgürlüğümüzün alınması bizi aynı kılar. Moda kendimizi gösterme ve anlatma şeklimizdir. Fakat günümüzde kıyafetlerimiz bizi objeleştirmeye başladı. Bizler kim olduğumuzdan çok ne giydiğimiz ve bunun bizi ne yaptığı ile ilgiliyiz. İşte bu nedenle sürekli alınıp atılan, ve bir instagram postu kadar hayatı olan giysiler aslında bu nesnel dünyada kabul edilme yolu. Elbette ki endüstri bizlerin kıyafetlerimizi nasıl daha çok giyeriz konusuna odaklanmamızı tercih etmiyor. Otto Von Busch’un kitapta yazdığı gibi, bizim yenilik olarak gördüğümüz şeyler aslında kapitalizm sözlüğünde ekonomik kazanç demek. Dolayısıyla yeni olmayan iyi değil (vintage olursa başka ona bayılıyoruz).
Öğrencilerden sıklıkla duyduğum bir söz: “Moda sektöründe çalışmak için iyi giyinmek lazım. Beni işe almazlar.”
Çok ilginçtir ki dünyanın moda alanında öncü insanları diğerlerinden farklı giyinmeleri ile ünlülerdir. Bazısı sadece beyaz tişört giyer. Bazısı özel dikim. İyi giyiniyorlar mı sorusunu sormaya kimse cesaret edemez, çünkü onlar kendilerini modanın nesnel yaklaşımının ötesinde konumlandırmış ve kabul ettirmişlerdir. Bizler daha cesur ve özgüvenli olmalıyız. Modayı neden sevdiğimizi hatırlamalıyız.
Bazen bir kere giyilip atılacak kadar değersiz, bazen giymeye kıyamayacak kadar değerli olabilen giysilerin hepsi aynı sektörün meyveleri. Bizler hangi meyveyi topladığımıza ve yediğimize karar vererek bu çatı altında çalışmaya devam ediyoruz.
Fikirlerinizi bekliyorum.
*Moda Praksisi Otto Von Busch Ekoloji kitaplığı, Yeni İnsan Yayınevi